20 Temmuz 2015 Pazartesi

Necden Şen'in Güzel Bir Yazısı


Necdet Şen - 24 Mart 2002
Yobaz Niye Yobaz 



Onlu yaşların ortalarına gelmemiştim henüz. Bir yaz tatilinde Ankara'da Hukuk Fakültesi öğrencisi olan ağabeyim tatilini geçirmek üzere Tirebolu'ya geldiğinde, nereden açıldıysa, konu "Allah var mı, yok mu?" tartışmasına dönüştü.
Yıl 1970 falan olmalı.
Yani Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan'ın o günlerin pop starları olduğu yıllar.

Ve abim de tabii o kafada, yani "devrimci".
Annemle babamı deli ede ede "heh heee, cennet-mennet palavra, Allah falan yok, din kitlelerin afyonudur" falan diyor. O sıralarda da ben öyle bir dindarım ki, sorma. "Allahım, ıssız bir adaya düşsem, yanımda sadece bir seccade olsa, bütün gün namaz kılsam" diye fantezilerim var.

Mizah yaptığımı sanıyorsunuz değil mi? İki gözüm önüme aksın, profiterol, lokum, kestane şekeri çarpsın ki öyle! Elimde bir namaz hocası kitabı, ha babam de babam, dua ezberliyorum.
"Amentü billâhi ve kutübihü, ve resulühu... Ettehiyyati, vessalâvatü..." vesaire...

Biraz bilgiçlik taslayalım. Meselâ, yatsı namazı onüç rekât, ikindi namazı sekiz rekât, akşam namazı beş rekâttır ve bir tek akşam namazında farz kısmı sünnetten önce kılınır dar vakitten dolayı. Acaip bilirdim bu konuları da sonra unuttum: -)

Tabii bir de her istimnadan sonra alınan gusül abdesti ve okunan mazmaza duası vardı ki, o da başka bir yazı konusu. Cünup cünup kırk adım attın mı her işin ters gidiyordu (haa, bu arada çıtlatayım, bir gün film çekme imkânım olursa, çekeceğim filmlerden biri bu konuda olacak; adını bile buldum: 31)

Her neyse... Bu dindarlık ateşi bir gün bir şekilde bitti. Sanırım bunda en büyük pay, zaten severek yaptığım bir işi dayak zoruyla yaptırmaya kalkışan babama duyduğum tepki, ikinci büyük pay da, "Allah mallah yoktur" diyen abimin kafama attığı münafıklık mayasının hemen hemen tutmuş olması.

Benim zındıklığım sanırım İslâmiyet açısından büyük bir kayıp değildir. Çünkü genlerimde var mülhîd lik. Hıristiyan, Musevî ya da Hindu olsam da durum değişmezdi.
Nitekim Jakoben Kemalistlik konusunda da böyle oldu.

Tommiks, Karaoğlan, Bisalman derken...

O yıllarda (early seventies) Hürriyet'te Tarkan, Milliyet'te de Karaoğlan çizgi romanları yayınlanırdı. Biz veletler Bige, Kulke, büyücü Goşa falan neler yapmış diye manyak gibi Tarkan okurken, ben her nasılsa Baybora'nın oğlu, Çalık'ın arkadaşı, Bayırgülü'nün uzatmalısı Altay'dan gelen yiğit Karaoğlan'a sardırdım. Milliyet'te yayınlanıyordu. Derken aynı gazetede Kemal Bisalman'ın Çivi adlı köşesindeki siyasî yazıları okurken buldum kendimi. Kısa bir süre sonra da Cumhuriyet'e terfi ettim. Herhalde yaş 14 ya da 15. Erken zehirlendik anlayacağınız.

Bu kadar ufak yaşta politize olunca da aniden "dul karı beslemesi" gibi bir şeye, yani çekilmez bir garabete dönüşüyorsun. Subay olan diğer abinle konunun esas uzmanıymışsın gibi "Türkiye kesinlikle Nato'dan çıkmalıdır, çünkü Nato, emperyalizmin vurucu gücüdür" diye iddialaşırken, Türkçe öğretmeninle de "Osmanlıca gericilerin dilidir, mucize yerine tansık demeliyiz" inatlaşmasına girişiyorsun.

O yaşta her haltın en iyisini kesinlikle sen biliyorsun. Etrafında da bu kitap kurdu veleti pohpohlayan, "alim" falan gibi sıfatlarla kendini daha da beğenmesine çanak tutan bir sürü iyi niyetli taşralı buluyorsun.

Hakkaten de alimdim; daha o yaşta, dikine havalanan uçak, hava yastığı üstünde giden motosiklet, molotof kokteyli falan icat ettim; ama sonra farkettim ki, bunlar zaten çook önceden icat edilmiş. O gün bu gündür mucitlikten istifa ettim.
Ama siyaset zevkli işti doğrusu. Her naneyi bilmek ve kimseyi dinlememek muhteşem bir ruhsal gıdaydı. Boru mu lan, her gün İlhan Selçuk okuyorduk. Cüz cüz iniyordu cunta ayetleri.Daha beş yaşımdaydım, memleket gezisine çıkmış olan taze başvekil Süleyman Demirel'in makam arabası önümden geçerken, füme cama doğru eğilip "yuuuh!" diye bağırmıştım. "Devrimci" olacağım daha o yaştan belliymiş. Ya da fanatik CHP'li olan babamdan dolayı, armut dibine düşmüş.

Eee, ne alâka?
Başlıkta yobazlıktan söz edip de bunları anlatmam şaşırtmasın. Konunun ucunu kaçırmış değilim.
Daha 16 yaşındaydım, koskoca MİT beni sorguladı. Komünistlikten.

Komünist miydim peki?
Bilmem?
Yani, komünizm nedir, tam olarak bilsem söyliicem de... Şimdi bile bilmediğim şeyi o yaşta nerden bileyim?

Ama o zamanlar herr ama herrr şeyi herkeslerden daha iyi bildiğimi sanıyordum.

Yirmili yaşlardayken eksiğimi kapatmak için inek gibi o resimsiz sıkıcı Marksist klasikleri okudum valla. Günde iki tane kalın kitap devirdiğim günler oldu.

Peki, sonuç?
Cehalet berdevam. Hâlâ bir halt bilmiyorum.
Ama bir mucize oldu doksanlı yıllara doğru.
Hiç bir bok bilmediğim, sadece bağnaz ve malumatfüruş bir zıpır olduğum kafama dank etti.

Ben aslında, taa abimin "Allah yoktur" dediği günlerden başlayarak, bir dinden çıkıp başka bir dine intisap etmişim ve onu "dinsizlik" sanmışım.
O yeni ve bilgiç dinin sahte peygamberlerinin gazıyla da günbegün indirilen ayetlerin bağnaz bir ezbercisi olmayı da "devrimcilik" sanmış, yıllarca ortalıkta "ben solcuyum" diyerek, ama aslında Jakoben Kemalizm'i solculukla karıştırarak ve de kimseyi dinlemeyerek, herkesi "dönek, hain, satılmış, ajan" diye suçlayarak dolanıp durmuşum.

Bir zamanlar "akıllı" bulduğum tek kişi olan abim mi? Sanırım o hâlâ o dinin mümin bir mensubu; "dost" ve "düşman" sanırım onun kafasında hâlâ çok belirgin çizgilerle ayrılmış durumda.

Bana gelince, ben mülhid, yani inançsızım. Nasıl bir zamanlar babamın dinini terkettiysem, daha sonra da abimin dinini terkettim. Araftayım artık.

O nedenle, benim MİT tarafından komünistlik suçlamasıyla sorgulandığım yıldan (1972) belki 10 yıl sonra doğan, ama babasının, annesinin, belki örtmeninin putperest dinini, bağnaz gazetesini, peygamberini (pardon, köşe yazarını) tek doğru olarak belleyen kolaycı, ezberci çocuklar, muhtemelen şimdi beni taşlanacak şeytanlardan biri olarak görüyorlar.

Çünkü her cemaat kendi yanılsamasını canlı tutabilmek için "haricî düşmanlara ihtiyaç duyar. Ki bu düşmanlardan en kötü, en uzak durulası, sözüne kulak asılmayası olanı da tabii ki, o cemaatin bir ferdiyken, çekip gitmiş olandır. Zinhâr onu dinlememek, yalanlarına kanmamak gerekir.

Eskiden "yobaz" dendiğinde, çember sakallı, takunyalı, eli tespihli bir adam gelirdi gözümün önüne. "Çağdaş" dendiğinde de yakasında Atatürk rozetiyle dolaşan, Cumhuriyet bayramlarında Bağdat caddesinde gövde gösterisi yapan alafranga birileri.

Onlar, komutla yürüyen Bağdat caddesi "çağdaş"ları
Şimdi anlıyorum ki, ne yobazlık ne de çağdaşlık hiç bir cemaatin, dinin, partinin, ideolojinin, gazetenin tekelinde değil; yobazlık, zihnini tek bir noktaya odaklamış, akıl hocasının her dediğini sorgusuz sualsiz doğru bulan ve kendisine gösterilen "düşman"ları sorgusuz sualsiz "düşman" belleyen, o noktadan sonra da düşman saydıklarına karşı her türlü melâneti gönül rahatlığıyla yapabilen, empati ve merak kapısını "haklılık" gibi bir gerekçeyle kapatmış olan kişiye denir. Bu kişi koyu bir Müslüman, Hıristiyan, Musevî, Faşist, Komünist, Kemalist olabilir. Hepsini birleştiren ortak hat, "biz haklıyız, onlar haksız" düşüncesine körükörüne saplanmış olmaları ve bu kalıbı sorgulamaya asla yanaşmamalarıdır.

Çember sakallı, takunyalı softaların ne harp okullarına, ne seçkin üniversitelere, ne de diğer moral ve iktidar noktalarına girebilme şansı olamamış yakın zamanlara kadar; tüm bu iktidar odakları yalnızca kravatlı, Atatürk rozetli softaların tekelinde bulunmuş. Bugün bile, değişen dünya dinamikleri ve zamanın ruhu onları küçük bir azınlığa (tarikat diye de okunabilir) dönüştürmesine rağmen, hâlâ sayılarıyla oranlanamayacak bir patırtı çıkarabilme gücüne ve memleketi yüksek tansiyonda tutabilme becerisine sahipler.

O nedenle asıl meseleler konuşulamıyor bir türlü. O nedenle sadede gelinemiyor. Ne zaman birileri "silahlı kuvvetlerin ülke bütçesinden sadece son on yılda çektiği ve dış borç yükümüzün yarısına tekabül eden 80 milyar dolar'ın" hesabını sormaya kalksa, acilen onları "vatan haini" olarak damgalayan ve ortalığı tozutan bazı "vatanseverler" çıkıyor.

Ne zaman Beyaz Türk'ün zaman zaman solculuğa meyletse bile, dünyaya özündeki ırkçılığın ve cemaatçiliğin filtresi ardından baktığını, aslında işçi sınıfına pek sempati duymadığını, kurtarıcılık fikrine sempati duyduğunu anlatmaya kalksa biri, sahneye konuyu bulandırmaya, o fikri beyan edeni ağzını açtığına pişman etmeye hevesli bir sürü yaygaracı fırlıyor.

Okuyan okumuştur herhalde Ertuğrul Özkök'ün 24 Mart 2002 tarihli Pazar yazısını. Ve şu ana kadar kuşkusu olan varsa, artık ikna olmuştur, bu fakirin meteliksiz dolandığı şu son beş buçuk yılda ne zaman istese Hürriyet gazetesinde kendisini bekleyen bir köşesinin ve odasının olabileceğini, ama buna rağmen, özüyle sözünün tutarlılığı adına onca sene yalnızlığa ve yoksulluğa katlandığını ve hâlâ daha katlanmakta olduğunu.

Bendeniz, maaşını başka yerlerden garantileyip, sonra da mastürbasyon mahiyetinden "diğer taraftakilere" sövüp sayan ucuz muhaliflerin yapamadığını ve asla yapamayacağını o yıllarda, o gazetedeyken yapmış, Özkök'ün gazetecilik tarzına, plaza basınına ve plaza binalarındaki insan ilişkilerine ilişkin çok ağır sayılabilecek eleştirilerde bulunmuştum. Ertuğrul Özkök o gazetenin tek hakimiydi, bana ve eleştirilerime katlanmak zorunda değildi. Belli ki bazen moralinin bozulduğu, kalbinin kırıldığı oluyordu bu sert eleştirilerden. Ama yine de o yayınlara hiç müdahale etmedi. Kırıldıysa da kendi içinde kırıldı, bunu bana yansıtmadı. Ben çekip gittikten sonra da geri getirmek için uğraştı.

Oysa bu tahammülün binde birini Cumhuriyet gazetesini yönetenlerde göremedim. Onlar daha ilk eleştirimde Hızlı Gazeteci'yi yayından kaldırdılar. Hem de "Hızlı Gazeteci'yi geri isteriz" diye telefonlar mektuplar yağdıran, gazetenin santralini günlerce kilitleyen okura "hastalandı, tatile gitti" ve benzeri yalanlar söyleyerek...

Onlar, bir zamanlar Nazım Hikmet'e küfrettiklerini, Nazi partisini ve Hitler'i destekleyen yayın yaptıklarını inkâr edip sonradan solculuk taslayanlardır. Şimdiyse, "banka sermayesiyle Nazım'ın içini boşaltma yılı"nda vaktiyle kalayladıkları şairin hatırasının meyvasını toplama peşindeler.

Ne zaman ki paşalar darbe yaptı, onlar "Devrimci Ordu" diye manşetler attılar. Ama "devrimci ordu" onları da işkence köşklerine buyur edince üslupları değişti.

Onlar hem cuntalar kurup hem de "biz demokratız" diye demagoji yapanlardır.

Onlar tanklar asfalta çıkıp da sol yamyassı edildiğinde hep birden sosyalizmden istifa edip bir gecede Kemalist olanlardır.

Bir zamanlar zehir zemberek yazılar ve manşetlerle "faşist" diye damgaladıklarını şimdi patron ve müttefik olarak bağırlarına basanlardır. Buram buram kışkırtma kokan yazılarıyla zehirleyip bugünkü "dost"larıyla bir zamanlar ölümüne savaştırdıkları kuşaktan özür dilemeyi düşünürler mi? Hayır; yüzsüzlük genlerine işlemiştir.
Onların müridleri bu çelişkilere hiç takılmaz; çünkü karşılarında yangın kadar yakıcı, sırtlan kadar sinsi, zelzele kadar tehlikeli "dahilî bedhahlar" vardır. Hiç eksilmez bu bedhahlar; biterse yerine yenisi bulunur.

Bana gelince, ben değişen manzaralara göre renk değiştirip fikirlerimden bir gecede istifa edenlerden değilim; otuz yıl önce olduğu gibi bugün de göğsümü gere gere "sosyalistim" diyorum.

Ama benim gibi düşünmeyen insanları "faşo" diye, "gerici" diye, "çağdışı" diye damgalamıyorum; zaten bu yazıları da her görüşten insan severek okuyor. Ben sosyalistim ama ülkücüyle de dinciyle de, hatta jakoben kemalistle de konuşabilir, ne söylediğine kulak kabartabilirim. Onların fikirlerini çürütmeye çalışmadan önce, düşündüklerini anlamak için kendime bir şans tanırım.

Dedik ya, yobazı yobaz yapan şey, şöyle ya da böyle düşünüyor oluşu değil, hemdert olma duygusunu ve içtenliğini rafa kaldırmış oluşudur. Anlayışsızlığından ve bağnazlığından alır olumsuz enerjisini yobaz.

Nereden bilecek seksenli yıllarda doğmuş olan ve fanatik birer kemalist militan olan ebeveyninin sabit fikirlerini ezberleyip tekrarlayan bugünün liselisi, üniversitelisi, biraz daha ilgi ve şefkat adına papağanlaştığını? Nereden bilecek onun daha doğmadığı yıllarda benzer komedilerin yaşandığını ve kendisinin bu sıkıcı tekrarın bilmemkaçıncı tekrarı olduğunu?
Onların anlamaya değil, acilen takdis edilmeye ihtiyacı var. Onlar tabii ki sorular soran adamı şeytan diye belleyecek.

Çünkü cemaatlerinin gazetesinde öyle yazıyor.

Virginia Woolf üzerine bir inceleme



 
 


 
Flush
Virginia Woolf
 

 



 

 

     FLUSH: VIRGİNİA WOOLF‘TAN VİKTORYA ÇAĞINA ELEŞTİREL BİR BAKIŞ

     Raşel Rakella Asal

Vırginia Woolf 1933’te ‘Flush: Bir Bıyografi ‘ adlı kitabını yayınladı.  Yüz sayfadan bile daha kısa olan bu kitap, Vırginia Woolf hayattayken en popüler kitabı olarak anıldıysa da ne yazık ki zaman içinde akademisyenler tarafından en  ihmal edileni oldu.  Okuyanlar çok sevdikleri halde, (ilk altı ayda 19.000 adet sattı) eleştirmenlerin çoğu,  bu kitap üzerinde fazla durmamışlardır.  Ancak  E. M. Forster ‘tam bir başarı’ diye niteler bu eseri.

Flush, ünlü şair Elizabeth Barrett Browning’in köpeğinin adıdır.  Virginia Woolf, Elızabeth Barrett Browning’e büyük ilgi duyar.  Viktorya Çağı’nda kadınlara yapılan baskıların bir kurbanı sayardı onu.  Elizabeth Barrett, o dönemin zorba denilecek kadar otoriter aile reislerinden biri olan, üstelik kızına karşı sağlıksız bir tutku duyan babası tarafından, hasta  olduğu bahanesiyle, eve kapatılmıştı.  Onu, kendi gibi bir başka şair kurtardı.  Elizabeth Barrett ile Robert Browning’in nasıl tanışıp seviştiklerini, gizlice evlenip, yanlarına Flush’ı da alarak, İtalya’ya nasıl kaçtıklarını, Floransa’ya yerleşip nasıl mutlu olduklarını o devirde yaşayan herkes bilirdi.  Çünkü bu ünlü aşk öyküsü üzerine tiyatro oyunları yazılmış, filmleri bile yapılmıştı. Virginia Woolf, bu ünlü çiftin aşk mektuplarını okuduğu zaman şöyle söyler: ‘Köpekleri beni o kadar güldürdü ki, onu hayata geçirmeden edemedim.’

Flush’ın edebi değerini belirleyen unsur, Virginia Woolf’un, bu güzel aşk öyküsünü, inanılmaz bir ustalıkla, bize Flush adlı köpek açısından anlatmasıdır. Flush’ı basit bir köpek biyografisi olarak okumakla, onun Viktorya Çağını yeren keskin, yorumunu göz ardı etmiş oluruz.  Woolf , bir köpeğin bakış açısından Viktorya Çağını sergiler. Duyan, gören, koklayan, hisseden ve duygulanan köpek ağzından yazar Flush’ı.  Flush’ın tek özrü konuşamamasıdır.  O da bunu davranışlarıyla ifade ettiğine göre, onu romanının kahramanı yapmaması için bir neden yoktur.  Bir köpek sahibi  kadar yaşadığı  çağın da tanığı  değil midir? 

İngiliz edebiyatında ilk hayvan kahraman Anna Sewell’in 1877 de ele aldığı ‘ Black Beauty’ (Siyah İnci) dir.  Sewell, Viktorya devri uslubuna yönelerek bize birinci tekil şahıs ağzından Black Beauty ‘nin yaşamöyküsünü anlatır.  Kahramanın tecrübeleri bir atın tecrübelerine dayansa da duyguları ve konuşmaları bir insanın davranışlarını sezdirir.  20. yy’ın ilk başlarında da Colette’in hayvan hikayelerini, Jack Londnon’un ,(The Call of the Wıld,1903 ve White Fang, l906) görürüz.  Virginia Woolf’un çağdaşı Mikhail Bulgakov da 1925 de Heart of a Dog ile karşımıza yine bir hayvan öyküsüyle çıkarsa da bu öyküyü politik taşlama aracı olarak kullanır.  Günümuz postmodern yazarlarından Harlon Ellison da hayvan öykülerini politik taşlama aracı olarak kullanır.  Flush’ı diğer hayvan öykülerinden ayıran özellik, onun tamamiyle insan davranışlarını sergilemesi ve insani değerleri taşımasında yatar.  Vırginia Woolf’un yeni bir edebi teknik arayışı içinde, ‘köpek ağzı’yla bir öyküyü anlatma denemesidir.  Woolf , Flush’ın köpek olduğunu hiç unutmaz. Onun kokuları algılaması konusunda özellikle durur. Sonraki yıllarda John Steınbeck’in ‘Travels wıth Charley’, Jacqueline Susan’ın ‘Every Nıght, Josephine!’, ve Paul Auster’ın ‘Tımbuktu’ da köpek öykülerini kendilerine özgü usluplarıyla aktarmışlardır. 

20 yy ‘ın başında Viktorya Çağı, uzun süre can çekiştikten sonra bitmiş, modern çağ başlamıştı.  İngiliz edebiyatında bu modern çağın başlıca öncüleri de Virginia Woolf, James Joyce, T.S. Eliot gibi yazarlardı.  Virginia Woolf, hem içerik, hem de biçim açısından bu yeni çağa uygun yepyeni bir roman türü yaratmak gerektiğini biliyordu.  İlk iki romanından sonra, istediğini uygulayabildi.  Bunu başarabilmek hiç de kolay olmamıştı.  1934 tarihli güncesinde şöyle yazar:

 "Tüm kalıpları kırmaya, duyduğum ve düşündüğüm her şey için yeni bir var olma biçimi, yani yeni bir ifade biçimi bulmaya kendimi zorladım...Sürekli bir çaba gerektiriyor bu."

Flush, Elizabeth Barrett Brownıng’in yaşamöyküsü olarak yanlış değerlendirilmiştir. Eserin isminin de anlaşılacağı gibi. "Flush: A biography" adı bize okuyacağımız eserin Flush adlı bir kişinin biyografisi olduğunun hemen ipuçlarını verir. Virginia Woolf, geleneksel yaşamöyküsü yazan yazarlarının yöntemlerine öykünerek, ilkin Flush’ın atalarını ve cinsini; bu cins köpeklere verilen ‘spaniel’ adının hangi sözcüklerden kaynaklandığını, şakayla bilimsel tavırlar takınarak açıklar. Sonra Flush’ın doğumuna ve çocukluk günlerine geçer.  1842 yılında dünyaya gelmiştir.  İlk sahibi, Viktorya Çağı’nın tanınmış yazarlarından, kırsal bölgede oturan Mıss Mary Mitford’dur.  Flush çocukluğunu, bu sevecan yaşlı kadının yanında mutluluk icinde geçirir.  Kırlarda koşar, hoplar zıplar.  Flush’ın köpekler arasında tam bir aristokrat sayılması gereği anlaşılır bu açıklamalardan. Flush, çok genç yaşta baba olarak, erkeklik gücünü de kanıtlamıştır.  Flush’ ı satın almak isteyenler vardır.  Ama yoksul Mıss Mıtford, o para çok işine yarayacağı halde, onu satmaya yanaşmaz.  Flush’ı , ünlü şair Mıss Elızabeth Barrett’e armağan etmeye karar verir. ‘ Çünkü Flush, Mıss Barrett’e, Mıss Barrett de Flush’a layıktır.’  Mıss Mıtford’un Flush’ı Londra’daki Barrett ailesinin Wimpole Streeet’teki büyük evine götürmesiyle, Flush’ın  hayatı üzücü bir şekilde değişir.  Artık kırlardaki o özgür Flush, sahibesi Elızabeth Barrett’in hasta odasına hapsolmuştur.  O güne değin hiç görmediği şeyleri görür; hiç koklamadığı kokuları koklar. Bu görüntülerle kokuların hepsine zamanla alışır da.  İlk kez hasta odasında kokladığı kolonya kokusunu son derece nahoş bulur, buna hiç alışamaz.

Bütün gün yatağında yazı yazan bir hasta odasında kapalı yaşamak, Flush’a hiç de kolay gelmez.  Ağır ağır gözleri karanlığa alışır.  Epeyce kokladıktan, patileriyle yokladıktan sonra Flush çeşitli eşyaların diş çizgilerini derece derece ayırt etmeye başlar.  Pencerenin yanındaki o kocaman şey gardırop olmalıdır. Onun yanındaki şeyin şifonyer olması akla yakındır.  Odanın ortasında etrafına bir çember geçirilmiş, sehpa gibi bir şey süzülerek yüzeye yükselir, sonra belirsiz, henüz kabataslak çizgileriyle bir koltuk ve masayı fark eder.  Ama her şey başka bir şey kılığında gözükür ona. Gardırobun tepesinde üç büst yükselir, şifonyerin üzerinde bir kitaplık yükselir; ayaklı tuvalet sehpasının üzerinde sıra sıra raflar vardır.  Tuvalet sehpasının üzerinde yükselen rafların üstündeyse iki büst daha vardır.  ‘Odadaki hiçbir şey kendisi değildi; her şey başka bir şeydi’. Ancak belirli ihtiyaçları için, hizmetçi Wılson tarafından günde iki kez kapının önüne çıkarılmak , Flush’ı bunalıma düşürür.  Flush’ın yeni hanımının babası Mr.Barrett’den ödü kopması da bunalımını artıran bir öğedir.  Mr. Barrett odaya girince, Flush ya yatağın arasına kaçar ya   da kanepelerin arkasına gizlenir.

Flush, Wımpole Street’te yaşamaya başlayınca, sınıf bilincine de varır.  Kimi köpeklerin aşağı sınıftan, kimi köpeklerin yüksel sınıftan olduklarını; ve kendisinin kesinlikle yüksek sınıftan geldiğini, hatta aristokrat bir köpek olduğunu anlar.

   ‘  ....kimi köpekler soylu köpekti, kimileri soysuz.  Peki, kendisi hangisiydi?  Flush eve varır varmaz kendini aynada dikkatle inceledi.  Tanrıya şükür, doğuştan soylu, iyi aileden bir köpekti!  Başı düzdü; gözleri iri, fakat patlak değildi; ayakları perdeliydi; Wimpole Sokaği’nın en cins kokeriyle boy ölçüşebilirdi.  Su içtiği mor kaseye hoşnutlukla baktı- mevkiin ayrıcalıklarıdır bu gibi şeyler; sonra zinciri tasmasına geçirsinler diye uysal uysala başını eğdi – bunlar da mevkiin ceremeleri...’    

Flush’ın kısıtlayıcı ortamda yaşamaya alışmaktan başka çaresi yoktur artık.  Mıss Barrett ile birlikte yaşamak, onun tarafından sürekli eğitilmekten dolayı, Flush’ın psikolojik yapısında büyük değişikliklere neden olur.  ‘İnsan duygularına karşı aşırı bir duyarlılık’ elde eder.  Havlamak ya da ısırmak gibi hayvansal içgüdülerinde dikkati çeken bir azalma görülür.  Kadın şair ile köpeği arasındaki sevgi, günden güne artar.  Böylece üç mutlu yıl geçer.

Ne var ki, l845 yılının Ocak ayının ilk günlerinde bir mektup gelir Mıss Barrett’e.  Her gün hanımına yığınla mektup gelir.  Ama hanımı bu mektubu açıp okumaya başlayınca, bunun başka bir mektup olduğunu  Mıss Barrett’in mektubu açışından, elinde çevirişinden, isminin yazılı olduğu güçlü, inişli çıkışlı el yazısına bakışından, zarfı yırtışındaki acelecilikten, mektubu okurken dalıp gidişinden Flush hemen bu mektubun özel bir mektup olduğunu anlar. Beş ay boyunca, bu mektuplar sürekli gelir. Gerçi Mıss Barrett köpeğini dalgın okşar ara sıra; ama bu  mektuplar geldikçe Flush, hanımının yaşamından silindiğini ; artık unutulduğunu hisseder. Mektupları yazan adam ünlü şair Robert Browning’dir.  Mektupları yazan adam bir müddet sonra yatağa bağımlı hastanın odasına da ayak basar.  İlkin her hafta , sonra haftada iki kez, hep aynı saatlerde gelir.  Kendi gelmediği günler de , mektupları gelir, çiçekleri gelir.  Flush, Mıss Barrett’in odasında, kendisini tiksindiren o esmer adamın kokusundan başka koku alamaz olur.  Korkunç kıskançlık nöbetleri geçirir.  Mahvolmuştur.  Bu kıskançlık duygusunu da terbiye etmesi gerekmektedir.  Flush’ın bakış açısından , okuyucu olarak Mıss Barrett’le Mr. Brownıng’in gizlice evlenme hazırlıklarını öğreniriz.  Birlikte İtalya’ya kaçmayı planlamaktadırlar.  Bu heyecanlı hazırlık dönemi aniden üzücü bir olayla kesintiye uğrar. Flush Mıss Barrett’le birlikte alışverişe çıktıkları sırada, bir şebeke tarafından kaçırılır. Böylece  Flush ‘la beraber okuyucu da Londra’nın kenar mahallelerini tanıma fırsatı bulur. Flush’ın kaçırılış öyküsünü Virginia Woolf bir deneme yazısı olarak ele alır.  Yoksul mahallelerin sefil ve bakımsız hallerine, soylu Viktorya Çağı asilzadelerin ise onların varlığını görmezden geldiklerine tanık oluruz. Woolf 1850 yıllarının Londra varoşlarını Mr. Beames’in bakış açısıyla anlatır: Mr. Beames Wımpole Sokağı’ndan bir kuş uçuşu mesafede Westmınıster’da yürüyüşe çıkınca gördükleri karşısında şaşırır, hatta şoka uğrar:

           ‘Westminister’da görkemli yapılar göklere yükseliyordu, oysa hemen onların arkasında insanları inek sürüleri üzerinde kendileri sürüler halinde yaşadıkları yarı yıkık ağıllar vardı....Ama iki ya da üç ailenin paylaştıkları, inek ağılları üzerindeki bir odayı, inek ağılının havalandırması olmadığını, ineklerin o ağılda sağıldıklarını, kesildiklerini ve yenildiklerini kibar bir dille nasıl anlatabilirdi ki insan?  ...Tifüs tehlikesi hayli büyüktü.  Zenginler ne gibi tehlikelerle koyun koyuna yaşadıklarını bilmiyorlardı.  Westminister’da, Paddington’da, Marylebone’da gördüklerini görünce artık susamazdı....Mıss Barrett’in yatak odasının arkasına düşen yerde mesela, Londra’nın en batak mahallelerinden biri vardı.Öylesine bir saygıdeğerlikle koyun koyuna böylesine bir sefalet...’

Taylor adlı birinin yönettiği bu şebekenin işi, kendi çaldıkları ev köpeklerini, belli bir fidyeye karşılık sahiplerine geri vermektir.  Eğer fidye ödenmez ise, köpeğin başı ve patileri kesilip sahibine postalanır. Bu olayı anlatış şekliyle Virginia Woolf toplumsal bir yaraya da  şöyle değinir:

          ....’Wimpole Sokağı ve civarında oturanlar için en güvenli davranış o saygın bölgeden hiç çıkmamak ve köpeklerini zincire bağlı olarak gezdirmekti.  Eğer Mıss Barrett’in yaptığı gibi, bunu unuturlarsa, Mıss Barrett gibi cezasını da çekerlerdi.  Wimpole Sokağpı’nın St. Giles’la burun buruna yaşayabilmesinin koşulları herkesçe bilinirdi.  St. Giles çalabildiğini çalardı, Wimpole Sokağı da ne ödemesi gerekiyorsa öderdi.’      

Babası, ağabeyleri ve Mr. Browning Taylor’a fidye ödemesine karşı çıkarlar.  Taylor’a boyun eğerse, zorbalığa boyun eğmiş, şantajcılara boyun eğmiş olacaktır.  Kötünün haklı üzerindeki gücünü artıracağına inanırlar. Fidye için köpek kaçırma Viktorya Çağında sıkça rastlanan bir olguydu.  Wimpole Sokağı gibi prestijli bir sokağın Whitechapel gibi kenar mahallelere yakın olması bu işi kolaylaştırıyordu.  Gerçek Flush tam üç kez kaçırılmıştı.  Woolf ise kitabın sonuna eklediği notta üç kçırma olayını birleştirdiğini belirtir.  Woolf köpeğin kaçırılış öyküsünü zengin betimlemelerle okuyucuya aktarır.  Bu olay Mıss Barrett’in kişisel yaşamında bir dönüm noktası oluşturur.  Ama Mıss Barrett kararından geri döndürülemez.  Flush’a karşı kendini sorumlu hisseder.  Ne derlerse desinler Flush’ı kurtaracaktır.  Artık kendi gücünün farkına varmıştır. Böylece erkek egemen dünyaya da tavır almış olur.  Bir atlı araba çağırtıp yoksul Whitechapel mahallesine doğru yola koyulur.  Kendi varsıl semtinin yekpare cam pencereleri, maun kapıları ve bahçe parmaklıklarını geride bırakıp, hiç tanımadığı, varlığını aklına bile getirmediği bir dünyadadır artık.  Bu dünya ineklerin yatak odalarının altında toplaştığı, kırık pencereli odalarda bütün bir ailenin uyuduğu bir dünyadır.  Su ancak haftada bir kere akar.  ‘Günah ve yoksulluğun, günah ve yoksulluğu doğurduğu bir dünyadır.’ Araba durur, arabacı inip Mr. Taylor’ı aradıklarını söyler.  Bir dolu erkek ve oğlan çocuğu arabanın çevresine doluşurlar.  Miss Barrett arabadan inmeden Mr. Taylor’ı bekler.  Mrs. Taylor arabaya gelip kocasının evde olmadığını, isterse arabadan inip evinde kocasını bekleyebileceğini söyler.  Mıss Barrett’in arabadan inmek istememesi şöyle verilir:

         ‘....Düşün, o kadının evinde beklemek!  Etrafına erkeklerle oğlanların abandığı şu arabada oturmak yeterınce kötüydü zaten.  Bu yüzden, Mıss Barret  ‘dev haydut kadınla’ arabadan inmeden konuştu.  Köpeğim Mr. Taylor’da, dedi; Mr. Taylor köpeğini geri vereceğine söz vermişti; Mr. Taylor köpeğini hemen bugün kesin olarak Wimpole Sokağı’na geri getirebilir miydi? ‘A, tabii, mutlaka,’ dedi şişko kadın gülümsemelerin en kibarıyla. Zannınca Taylor da tam tamına bu işle meşgul olmak için dışarı çıkmıştı.  Bu arada ‘başını çok zarif hareketlerle sağa sola yatırıyordu.’

Flush kurtulduktan hemen sonra, çok gizli hazırlıkların ardından Elızabeth Barrett Wımpole Street’teki evden kaçıp Robert Browning’le beraber Itaya’ya gider.  Brownıng’ler kısa bir süre Pısa’da kalırlar.  Flush çok geçmeden Pısa’yı Londra’dan ayıran derin farkları bulup çıkarır.  Örneğin köpekler farklıdırlar  orada. 

       ‘Londra’da ufak buldoklardan, av tazısıyla, İskoç çoban köpeğiyle, Newfoundland tazısıyla, senbernarla, teryeyle ya da Spaniyel Kabilesi’nin ünlü yedi ailesinden biriyle karşılaşırdı.  Her birinin ayrı bir ismi, ayrı bir itibarı vardı.  Oysa Pisa’da, onca köpek bolluğuna rağmen, mevki rütbe yoktu, hepsi – olabilir miydi böyle şey?  -kırmaydı.  Görebildiği kadarıyla sadece köpekti bunlar. Flush orada kendini sürgünde bir prens gibi hissetti.  Çünkü bütün Pisa’da safkan koker spaniyel oydu.’

Virginia Woolf Flush’taki değişikliği şöyle dile getirir:

          ‘ Yıllar  yılı Flush’a kendini bir aristokrat sayması öğretilmişti.  Mor çanak ve zincir yasası ruhunun derinlerine işlemişti.  Dengesinin bozulması hiç şaşırtıcı değildi....Tamam, Flush’da biraz züppelik vardı; Mıss Mitford bunu yıllar önce keşfetmişti; Londra’da kendiyle eşit ve kendinden üstün köpekler arasında yatışan bu duygu, şimdi burada benzersiz olduğunu görünce dönmüş gelmişti.  Zorbalaştı, edepsizleşti; ‘Flush tam bir zorba oldu, kapıyı açtırmak istediğinde insanın dikkatini dağıtacak kadar havlıyor.’ diye yazdı Mrs Brownıng.’

Browningler daha az aristokrat ve daha doğal olan İtalya’da mutludurlar çünkü orada ‘herşey kendisi gibiydi ve başka hiçbirşey değildi.’  Artık orada Flush tekrar eski hürriyetine kavuşmuştu.  Tasmasından kurtulmuştu.  Tekrar hemcinslerine karışabilir, Floransa sokaklarında keyfince sürtebilir, özgürlüğünün tadını çıkarabilirdi.

     ‘Artık Floransa’da eski zincirlerinin son halkalarından da eser kalmamıştı.(...)  Zümrüt gibi çayırların üzerinden hepsi cıvıl cıvıl, uşuşup duran sülünlerle birlikte bir koşu tutturmuş giderken, Flush’ın aklına birden Regent’s Park ve onun yasaları düştü; köpekler zincire bağlanarak gezdirilmelidir.  Neredeydi bu ‘-melidir’ şimdi?  Park bekçileriyle copları neredeydi?  Yok olmuşlardı, köpek hırsızlarıyla yoz bir aristokrasinin Köpek Kulüpleriyle, Spanilyel Kulüpleriyle birlikte! (...)Koştu, nefes nefese koştu; postu parıldadı!  Gözleri ışıldadı.  Bütün dünyayla dosttu şimdi.  Bütün köpekler kardeşiydi.  Bu yeni dünyada zincirlere gerek yoktu; korunması gerekmiyordu.’

İtalya’ya gelir gelmez değişen yalnız Flush değildir.  Eskiden hasta yatağına mahkum Mıss Barrett, Mrs Brownıng olduktan sonra bambaşka bir insana dönüşmüş, gençleşmiş, tam sağlığına kavuşmuştur. İngilere’nin tutucu geleneklerine sıkı sıkı bağlı hizmetçi Wilson bile bir değişime uğrar; Dükün özel muhafız alayından yakışıklı bir ere aşık olur.

Ömrünün bu mutlu yıllarında, Flush iki kez biraz tedirgin olur.  Birincisi Brownıng’lerin bir oğlunun dünyaya gelmesidir. Flush yemeden içmeden kesilir, ‘on beş gün derin bir melankoliye düşer’.  Zamanla köpekle bebek arasında sevgi bağları kurulur.  Flush’ı tedirgin eden ikinci neden, yaz aylarında yaşadıkları şehir Floransa’yı basan pirelerdir.  İngiltere’den getirilen çeşitli merhem ve tozlar fayda etmez.  Sonunda Mr. Browning çareyi Flush’ kırpmakta bulur.  O görkemli altınımsı tüyleri yok edilince kendi aynada gören Flush, rezil olduğunu, ne soy sopu, ne aristokratlığı kaldığını, bir hiçe dönüştüğünü anlar.

             ‘Aynaya bakarak ‘şimdi neyim ben?’ diye düşündü.  Ve ayna bütün aynaların vahşice içtenliğiyle, ‘bir hiçsin.’ Dedi.  Hiçti.  .....Bir hiç olmak – eninde sonunda dünya yüzündeki en hoşnutluk verici varoluş durum bu değil midir?  Bir daha baktı.  Tüylerin birazı yakalık gibi boynunu sarmıştı.  Kendini bir şey sananların rüküşlüğünün karikatürü olmak – eh bu da başlı başına bir kariyer değil miydi?

Bu küçük tedirginlikler dışında, Flush, Floransa’da mutluluk içinde uzun yıllar yaşadıktan ve iyice yaşlandıktan sonra öleceğini hisseder günün birinde.  Sokaktan hemen kaçıp,soluk soluğa Mrs. Browning’in yanına gider.  Bir iki dakika sonra, Mrs. Browning başını kitabından kaldırınca, Flush’ın öldüğünü görür.

Flush’ın bıyografisi genel  biyografi türüne bir hiciv örneği olarak değerlendirilebilir.  Biyografinin konusunu oluşturan ‘değerli bir kişi’den bahsetmemesi, ele aldığı kişinin yaşam öyküsünü soy ağacından başlayarak şakadan bilimsel tavırlar takınarak sunması, bir yaşam öyküsünün o kişinin gerçeğini ne denli yansıttığını sorgulaması Virginia Woolf’a özgü yazış stilini ortaya koyar.  Aynı zamanda feminist bakış açısından Viktorya çağı yüksek sosyetesinin iki yüzlülüğünü açıkça eleştirir.  Lucia Bodrini’nin ‘Flush’ adlı makalesinde belirttiği üzere Virginia Woolf Flush’ı yazıya hazırlarken sadık hizmetçisi Lily Wilson hakkında tuttuğu altı sayfalık yaşam öyküsünü bu eserinde kullanmadığı halde onun üzerinde çalışmış olması bile, o dönem için kalıpları kırdığının bir göstergesidir.  Çünkü Virginia Woolf’a göre her kişilik silik de olsa incelenmeye değer tarihi bir kahramandır.

Gerçekte bu esprili ve mizahi anlatımın altında yatan Virginia Woolf’un toplumsal eleştirisi ne yazık ki gizli kalır.  Okuyucu onu hafif ve zevkle okunan bir köpek öyküsü olarak değerlendirir.                                                                                                             

                                                                                                              
İzmir, 13 Kasım 2006