Necdet Şen
- 24 Mart 2002
Yobaz Niye Yobaz
Onlu yaşların
ortalarına gelmemiştim henüz. Bir yaz tatilinde Ankara'da Hukuk Fakültesi
öğrencisi olan ağabeyim tatilini geçirmek üzere Tirebolu'ya geldiğinde,
nereden açıldıysa, konu "Allah var mı, yok mu?" tartışmasına dönüştü.
Yıl 1970 falan
olmalı.Yani Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan'ın o günlerin pop starları olduğu yıllar.
Ve abim de tabii o
kafada, yani "devrimci".
Annemle babamı
deli ede ede "heh heee, cennet-mennet palavra, Allah falan yok, din
kitlelerin afyonudur" falan diyor. O sıralarda da ben
öyle bir dindarım ki, sorma. "Allahım, ıssız bir adaya düşsem, yanımda
sadece bir seccade olsa, bütün gün namaz kılsam" diye fantezilerim var.
Mizah yaptığımı
sanıyorsunuz değil mi? İki gözüm önüme aksın, profiterol, lokum, kestane şekeri
çarpsın ki öyle! Elimde bir namaz hocası kitabı, ha babam de babam, dua
ezberliyorum.
"Amentü
billâhi ve kutübihü, ve resulühu... Ettehiyyati, vessalâvatü..."
vesaire...
Biraz bilgiçlik
taslayalım. Meselâ, yatsı namazı onüç rekât, ikindi namazı sekiz
rekât, akşam namazı beş rekâttır ve bir tek akşam namazında farz kısmı
sünnetten önce kılınır dar vakitten dolayı. Acaip bilirdim bu konuları da sonra
unuttum: -)
Tabii bir de her
istimnadan sonra alınan gusül abdesti ve okunan mazmaza duası
vardı ki, o da başka bir yazı konusu. Cünup cünup kırk adım attın mı her işin
ters gidiyordu (haa, bu arada çıtlatayım, bir gün film çekme imkânım olursa,
çekeceğim filmlerden biri bu konuda olacak; adını bile buldum: 31)
Her neyse... Bu
dindarlık ateşi bir gün bir şekilde bitti. Sanırım bunda en büyük pay, zaten
severek yaptığım bir işi dayak zoruyla yaptırmaya kalkışan babama duyduğum
tepki, ikinci büyük pay da, "Allah mallah yoktur" diyen abimin kafama
attığı münafıklık mayasının hemen hemen tutmuş olması.
Benim zındıklığım
sanırım İslâmiyet açısından büyük bir kayıp değildir. Çünkü genlerimde var mülhîd
lik. Hıristiyan, Musevî ya da Hindu olsam da durum değişmezdi.
Nitekim Jakoben
Kemalistlik konusunda da böyle oldu.
Tommiks,
Karaoğlan, Bisalman derken...
O yıllarda (early
seventies) Hürriyet'te Tarkan, Milliyet'te de Karaoğlan çizgi
romanları yayınlanırdı. Biz veletler Bige, Kulke, büyücü Goşa
falan neler yapmış diye manyak gibi Tarkan okurken, ben her nasılsa Baybora'nın
oğlu, Çalık'ın arkadaşı, Bayırgülü'nün uzatmalısı Altay'dan
gelen yiğit Karaoğlan'a sardırdım. Milliyet'te yayınlanıyordu. Derken
aynı gazetede Kemal Bisalman'ın Çivi adlı köşesindeki siyasî
yazıları okurken buldum kendimi. Kısa bir süre sonra da Cumhuriyet'e
terfi ettim. Herhalde yaş 14 ya da 15. Erken zehirlendik anlayacağınız.
Bu kadar ufak
yaşta politize olunca da aniden "dul karı beslemesi" gibi bir şeye,
yani çekilmez bir garabete dönüşüyorsun. Subay olan diğer abinle konunun esas
uzmanıymışsın gibi "Türkiye kesinlikle Nato'dan çıkmalıdır, çünkü
Nato, emperyalizmin vurucu gücüdür" diye iddialaşırken, Türkçe
öğretmeninle de "Osmanlıca gericilerin dilidir, mucize yerine tansık
demeliyiz" inatlaşmasına girişiyorsun.
O yaşta her haltın
en iyisini kesinlikle sen biliyorsun. Etrafında da bu kitap kurdu veleti pohpohlayan,
"alim" falan gibi sıfatlarla kendini daha da beğenmesine çanak tutan
bir sürü iyi niyetli taşralı buluyorsun.
Hakkaten de
alimdim; daha o yaşta, dikine havalanan uçak, hava yastığı üstünde giden
motosiklet, molotof kokteyli falan icat ettim; ama sonra farkettim ki, bunlar
zaten çook önceden icat edilmiş. O gün bu gündür mucitlikten istifa ettim.
Ama siyaset zevkli
işti doğrusu. Her naneyi bilmek ve kimseyi dinlememek muhteşem bir ruhsal
gıdaydı. Boru mu lan, her gün İlhan Selçuk okuyorduk. Cüz cüz iniyordu
cunta ayetleri.Daha beş
yaşımdaydım, memleket gezisine çıkmış olan taze başvekil Süleyman Demirel'in
makam arabası önümden geçerken, füme cama doğru eğilip "yuuuh!"
diye bağırmıştım. "Devrimci"
olacağım daha o yaştan belliymiş. Ya da fanatik CHP'li olan babamdan dolayı,
armut dibine düşmüş.Eee, ne alâka?
Başlıkta yobazlıktan söz edip de bunları anlatmam şaşırtmasın. Konunun ucunu kaçırmış değilim.
Daha 16 yaşındaydım, koskoca MİT beni sorguladı. Komünistlikten.
Komünist miydim
peki?
Bilmem?Yani, komünizm nedir, tam olarak bilsem söyliicem de... Şimdi bile bilmediğim şeyi o yaşta nerden bileyim?
Ama o zamanlar
herr ama herrr şeyi herkeslerden daha iyi bildiğimi sanıyordum.
Yirmili
yaşlardayken eksiğimi kapatmak için inek gibi o resimsiz sıkıcı Marksist
klasikleri okudum valla. Günde iki tane kalın kitap devirdiğim günler oldu.
Peki, sonuç?
Cehalet berdevam.
Hâlâ bir halt bilmiyorum.Ama bir mucize oldu doksanlı yıllara doğru.
Hiç bir bok bilmediğim, sadece bağnaz ve malumatfüruş bir zıpır olduğum kafama dank etti.
Ben aslında, taa
abimin "Allah yoktur" dediği günlerden başlayarak, bir dinden çıkıp
başka bir dine intisap etmişim ve onu "dinsizlik" sanmışım.
O yeni ve bilgiç
dinin sahte peygamberlerinin gazıyla da günbegün indirilen ayetlerin bağnaz bir
ezbercisi olmayı da "devrimcilik" sanmış, yıllarca ortalıkta "ben
solcuyum" diyerek, ama aslında Jakoben Kemalizm'i
solculukla karıştırarak ve de kimseyi dinlemeyerek, herkesi "dönek, hain,
satılmış, ajan" diye suçlayarak dolanıp durmuşum.
Bir zamanlar
"akıllı" bulduğum tek kişi olan abim mi? Sanırım o hâlâ o dinin mümin
bir mensubu; "dost" ve "düşman" sanırım onun kafasında hâlâ
çok belirgin çizgilerle ayrılmış durumda.
Bana gelince, ben mülhid,
yani inançsızım. Nasıl bir zamanlar babamın dinini terkettiysem, daha sonra da
abimin dinini terkettim. Araftayım artık.
O nedenle, benim MİT
tarafından komünistlik suçlamasıyla sorgulandığım yıldan (1972) belki 10 yıl
sonra doğan, ama babasının, annesinin, belki örtmeninin putperest dinini,
bağnaz gazetesini, peygamberini (pardon, köşe yazarını) tek doğru olarak
belleyen kolaycı, ezberci çocuklar, muhtemelen şimdi beni taşlanacak
şeytanlardan biri olarak görüyorlar.
Çünkü her cemaat
kendi yanılsamasını canlı tutabilmek için "haricî düşmanlara ihtiyaç
duyar. Ki bu düşmanlardan en kötü, en uzak durulası, sözüne kulak asılmayası
olanı da tabii ki, o cemaatin bir ferdiyken, çekip gitmiş olandır. Zinhâr onu
dinlememek, yalanlarına kanmamak gerekir.
Eskiden
"yobaz" dendiğinde, çember sakallı, takunyalı, eli tespihli bir adam
gelirdi gözümün önüne. "Çağdaş" dendiğinde de yakasında Atatürk
rozetiyle dolaşan, Cumhuriyet bayramlarında Bağdat caddesinde gövde gösterisi
yapan alafranga birileri.
Onlar, komutla
yürüyen Bağdat caddesi "çağdaş"ları
Çember sakallı,
takunyalı softaların ne harp okullarına, ne seçkin üniversitelere, ne de diğer
moral ve iktidar noktalarına girebilme şansı olamamış yakın zamanlara kadar;
tüm bu iktidar odakları yalnızca kravatlı, Atatürk rozetli softaların tekelinde
bulunmuş. Bugün bile, değişen dünya dinamikleri ve zamanın ruhu onları küçük
bir azınlığa (tarikat diye de okunabilir) dönüştürmesine rağmen, hâlâ
sayılarıyla oranlanamayacak bir patırtı çıkarabilme gücüne ve memleketi yüksek
tansiyonda tutabilme becerisine sahipler.
O nedenle asıl
meseleler konuşulamıyor bir türlü. O nedenle sadede gelinemiyor. Ne zaman
birileri "silahlı kuvvetlerin ülke bütçesinden sadece son on yılda çektiği
ve dış borç yükümüzün yarısına tekabül eden 80 milyar dolar'ın" hesabını
sormaya kalksa, acilen onları "vatan
haini" olarak damgalayan ve ortalığı tozutan bazı
"vatanseverler" çıkıyor.
Ne zaman Beyaz
Türk'ün zaman zaman solculuğa meyletse bile, dünyaya özündeki ırkçılığın ve
cemaatçiliğin filtresi ardından baktığını, aslında işçi sınıfına pek sempati
duymadığını, kurtarıcılık fikrine sempati duyduğunu anlatmaya kalksa
biri, sahneye konuyu bulandırmaya, o fikri beyan edeni ağzını açtığına pişman
etmeye hevesli bir sürü yaygaracı fırlıyor.
Okuyan okumuştur
herhalde Ertuğrul Özkök'ün 24 Mart 2002 tarihli
Pazar yazısını. Ve şu ana kadar kuşkusu olan varsa, artık ikna olmuştur, bu
fakirin meteliksiz dolandığı şu son beş buçuk yılda ne zaman istese Hürriyet
gazetesinde kendisini bekleyen bir köşesinin ve odasının olabileceğini, ama
buna rağmen, özüyle sözünün tutarlılığı adına onca sene yalnızlığa ve
yoksulluğa katlandığını ve hâlâ daha katlanmakta olduğunu.
Bendeniz, maaşını
başka yerlerden garantileyip, sonra da mastürbasyon mahiyetinden "diğer
taraftakilere" sövüp sayan ucuz muhaliflerin yapamadığını ve asla
yapamayacağını o yıllarda, o gazetedeyken yapmış, Özkök'ün gazetecilik tarzına,
plaza basınına ve plaza binalarındaki insan ilişkilerine ilişkin çok ağır
sayılabilecek eleştirilerde bulunmuştum. Ertuğrul Özkök o gazetenin tek
hakimiydi, bana ve eleştirilerime katlanmak zorunda değildi. Belli ki bazen
moralinin bozulduğu, kalbinin kırıldığı oluyordu bu sert eleştirilerden. Ama
yine de o yayınlara hiç müdahale etmedi. Kırıldıysa da kendi içinde kırıldı,
bunu bana yansıtmadı. Ben çekip gittikten sonra da geri getirmek için uğraştı.
Oysa bu tahammülün
binde birini Cumhuriyet gazetesini yönetenlerde göremedim. Onlar daha
ilk eleştirimde Hızlı Gazeteci'yi yayından kaldırdılar. Hem de "Hızlı
Gazeteci'yi geri isteriz" diye telefonlar
mektuplar yağdıran, gazetenin santralini günlerce kilitleyen okura
"hastalandı, tatile gitti" ve benzeri yalanlar söyleyerek...
Onlar, bir
zamanlar Nazım Hikmet'e küfrettiklerini, Nazi
partisini ve Hitler'i destekleyen yayın yaptıklarını inkâr edip sonradan
solculuk taslayanlardır. Şimdiyse, "banka sermayesiyle Nazım'ın içini
boşaltma yılı"nda vaktiyle kalayladıkları şairin hatırasının meyvasını
toplama peşindeler.
Ne zaman ki
paşalar darbe yaptı, onlar "Devrimci Ordu"
diye manşetler attılar. Ama "devrimci ordu" onları da işkence
köşklerine buyur edince üslupları değişti.
Onlar hem cuntalar
kurup hem de "biz demokratız" diye demagoji yapanlardır.
Onlar tanklar
asfalta çıkıp da sol yamyassı edildiğinde hep birden sosyalizmden istifa edip
bir gecede Kemalist olanlardır.
Bir zamanlar zehir
zemberek yazılar ve manşetlerle "faşist" diye damgaladıklarını şimdi
patron ve müttefik olarak bağırlarına basanlardır. Buram buram kışkırtma kokan
yazılarıyla zehirleyip bugünkü "dost"larıyla bir zamanlar ölümüne
savaştırdıkları kuşaktan özür dilemeyi düşünürler mi? Hayır; yüzsüzlük
genlerine işlemiştir.
Onların müridleri
bu çelişkilere hiç takılmaz; çünkü karşılarında yangın kadar yakıcı, sırtlan
kadar sinsi, zelzele kadar tehlikeli "dahilî bedhahlar" vardır. Hiç
eksilmez bu bedhahlar; biterse yerine yenisi bulunur.
Bana gelince, ben
değişen manzaralara göre renk değiştirip fikirlerimden bir gecede istifa
edenlerden değilim; otuz yıl önce olduğu gibi bugün de göğsümü gere gere "sosyalistim"
diyorum.
Ama benim gibi
düşünmeyen insanları "faşo" diye, "gerici"
diye, "çağdışı" diye
damgalamıyorum; zaten bu yazıları da her görüşten insan severek okuyor. Ben
sosyalistim ama ülkücüyle de dinciyle de, hatta jakoben kemalistle de
konuşabilir, ne söylediğine kulak kabartabilirim. Onların fikirlerini çürütmeye
çalışmadan önce, düşündüklerini anlamak için kendime bir şans tanırım.
Dedik ya, yobazı
yobaz yapan şey, şöyle ya da böyle düşünüyor oluşu değil, hemdert olma
duygusunu ve içtenliğini rafa kaldırmış oluşudur. Anlayışsızlığından ve
bağnazlığından alır olumsuz enerjisini yobaz.
Nereden bilecek
seksenli yıllarda doğmuş olan ve fanatik birer kemalist militan olan
ebeveyninin sabit fikirlerini ezberleyip tekrarlayan bugünün liselisi,
üniversitelisi, biraz daha ilgi ve şefkat adına papağanlaştığını? Nereden
bilecek onun daha doğmadığı yıllarda benzer komedilerin yaşandığını ve
kendisinin bu sıkıcı tekrarın bilmemkaçıncı tekrarı olduğunu?
Onların anlamaya
değil, acilen takdis edilmeye ihtiyacı var. Onlar tabii ki sorular soran adamı şeytan
diye belleyecek.
Çünkü
cemaatlerinin gazetesinde öyle yazıyor.