FLUSH:
VIRGİNİA WOOLF‘TAN VİKTORYA ÇAĞINA ELEŞTİREL BİR BAKIŞ
Raşel Rakella Asal
Vırginia Woolf 1933’te ‘Flush: Bir
Bıyografi ‘ adlı kitabını yayınladı. Yüz sayfadan bile daha kısa olan bu
kitap, Vırginia Woolf hayattayken en popüler kitabı olarak anıldıysa da ne
yazık ki zaman içinde akademisyenler tarafından en ihmal edileni
oldu. Okuyanlar çok sevdikleri halde, (ilk altı ayda 19.000 adet sattı)
eleştirmenlerin çoğu, bu kitap üzerinde fazla durmamışlardır.
Ancak E. M. Forster ‘tam bir başarı’ diye niteler bu eseri.
Flush, ünlü şair Elizabeth Barrett
Browning’in köpeğinin adıdır. Virginia Woolf, Elızabeth Barrett
Browning’e büyük ilgi duyar. Viktorya Çağı’nda kadınlara yapılan
baskıların bir kurbanı sayardı onu. Elizabeth Barrett, o dönemin zorba
denilecek kadar otoriter aile reislerinden biri olan, üstelik kızına karşı
sağlıksız bir tutku duyan babası tarafından, hasta olduğu bahanesiyle,
eve kapatılmıştı. Onu, kendi gibi bir başka şair kurtardı.
Elizabeth Barrett ile Robert Browning’in nasıl tanışıp seviştiklerini, gizlice
evlenip, yanlarına Flush’ı da alarak, İtalya’ya nasıl kaçtıklarını, Floransa’ya
yerleşip nasıl mutlu olduklarını o devirde yaşayan herkes bilirdi. Çünkü
bu ünlü aşk öyküsü üzerine tiyatro oyunları yazılmış, filmleri bile yapılmıştı.
Virginia Woolf, bu ünlü çiftin aşk mektuplarını okuduğu zaman şöyle söyler:
‘Köpekleri beni o kadar güldürdü ki, onu hayata geçirmeden edemedim.’
Flush’ın edebi değerini belirleyen
unsur, Virginia Woolf’un, bu güzel aşk öyküsünü, inanılmaz bir ustalıkla, bize
Flush adlı köpek açısından anlatmasıdır. Flush’ı basit bir köpek biyografisi
olarak okumakla, onun Viktorya Çağını yeren keskin, yorumunu göz ardı etmiş
oluruz. Woolf , bir köpeğin bakış açısından Viktorya Çağını sergiler.
Duyan, gören, koklayan, hisseden ve duygulanan köpek ağzından yazar
Flush’ı. Flush’ın tek özrü konuşamamasıdır. O da bunu
davranışlarıyla ifade ettiğine göre, onu romanının kahramanı yapmaması için bir
neden yoktur. Bir köpek sahibi kadar yaşadığı çağın da
tanığı değil midir?
İngiliz edebiyatında ilk hayvan
kahraman Anna Sewell’in 1877 de ele aldığı ‘ Black Beauty’ (Siyah İnci)
dir. Sewell, Viktorya devri uslubuna yönelerek bize birinci tekil şahıs
ağzından Black Beauty ‘nin yaşamöyküsünü anlatır. Kahramanın tecrübeleri
bir atın tecrübelerine dayansa da duyguları ve konuşmaları bir insanın davranışlarını
sezdirir. 20. yy’ın ilk başlarında da Colette’in hayvan hikayelerini,
Jack Londnon’un ,(The Call of the Wıld,1903 ve White Fang, l906) görürüz.
Virginia Woolf’un çağdaşı Mikhail Bulgakov da 1925 de Heart of a Dog ile
karşımıza yine bir hayvan öyküsüyle çıkarsa da bu öyküyü politik taşlama aracı
olarak kullanır. Günümuz postmodern yazarlarından Harlon Ellison da
hayvan öykülerini politik taşlama aracı olarak kullanır. Flush’ı diğer
hayvan öykülerinden ayıran özellik, onun tamamiyle insan davranışlarını
sergilemesi ve insani değerleri taşımasında yatar. Vırginia Woolf’un yeni
bir edebi teknik arayışı içinde, ‘köpek ağzı’yla bir öyküyü anlatma
denemesidir. Woolf , Flush’ın köpek olduğunu hiç unutmaz. Onun kokuları
algılaması konusunda özellikle durur. Sonraki yıllarda John Steınbeck’in
‘Travels wıth Charley’, Jacqueline Susan’ın ‘Every Nıght, Josephine!’, ve Paul
Auster’ın ‘Tımbuktu’ da köpek öykülerini kendilerine özgü usluplarıyla
aktarmışlardır.
20 yy ‘ın başında Viktorya Çağı, uzun
süre can çekiştikten sonra bitmiş, modern çağ başlamıştı. İngiliz
edebiyatında bu modern çağın başlıca öncüleri de Virginia Woolf, James Joyce,
T.S. Eliot gibi yazarlardı. Virginia Woolf, hem içerik, hem de biçim
açısından bu yeni çağa uygun yepyeni bir roman türü yaratmak gerektiğini
biliyordu. İlk iki romanından sonra, istediğini uygulayabildi. Bunu
başarabilmek hiç de kolay olmamıştı. 1934 tarihli güncesinde şöyle yazar:
"Tüm kalıpları kırmaya,
duyduğum ve düşündüğüm her şey için yeni bir var olma biçimi, yani yeni bir
ifade biçimi bulmaya kendimi zorladım...Sürekli bir çaba gerektiriyor bu."
Flush, Elizabeth Barrett Brownıng’in
yaşamöyküsü olarak yanlış değerlendirilmiştir. Eserin isminin de anlaşılacağı
gibi. "Flush: A biography" adı bize okuyacağımız eserin Flush adlı
bir kişinin biyografisi olduğunun hemen ipuçlarını verir. Virginia Woolf,
geleneksel yaşamöyküsü yazan yazarlarının yöntemlerine öykünerek, ilkin
Flush’ın atalarını ve cinsini; bu cins köpeklere verilen ‘spaniel’ adının hangi
sözcüklerden kaynaklandığını, şakayla bilimsel tavırlar takınarak açıklar.
Sonra Flush’ın doğumuna ve çocukluk günlerine geçer. 1842 yılında dünyaya
gelmiştir. İlk sahibi, Viktorya Çağı’nın tanınmış yazarlarından, kırsal
bölgede oturan Mıss Mary Mitford’dur. Flush çocukluğunu, bu sevecan yaşlı
kadının yanında mutluluk icinde geçirir. Kırlarda koşar, hoplar
zıplar. Flush’ın köpekler arasında tam bir aristokrat sayılması gereği
anlaşılır bu açıklamalardan. Flush, çok genç yaşta baba olarak, erkeklik gücünü
de kanıtlamıştır. Flush’ ı satın almak isteyenler vardır. Ama
yoksul Mıss Mıtford, o para çok işine yarayacağı halde, onu satmaya
yanaşmaz. Flush’ı , ünlü şair Mıss Elızabeth Barrett’e armağan etmeye
karar verir. ‘ Çünkü Flush, Mıss Barrett’e, Mıss Barrett de Flush’a
layıktır.’ Mıss Mıtford’un Flush’ı Londra’daki Barrett ailesinin Wimpole
Streeet’teki büyük evine götürmesiyle, Flush’ın hayatı üzücü bir şekilde
değişir. Artık kırlardaki o özgür Flush, sahibesi Elızabeth Barrett’in
hasta odasına hapsolmuştur. O güne değin hiç görmediği şeyleri görür; hiç
koklamadığı kokuları koklar. Bu görüntülerle kokuların hepsine zamanla alışır
da. İlk kez hasta odasında kokladığı kolonya kokusunu son derece nahoş
bulur, buna hiç alışamaz.
Bütün gün yatağında yazı yazan bir
hasta odasında kapalı yaşamak, Flush’a hiç de kolay gelmez. Ağır ağır
gözleri karanlığa alışır. Epeyce kokladıktan, patileriyle yokladıktan
sonra Flush çeşitli eşyaların diş çizgilerini derece derece ayırt etmeye
başlar. Pencerenin yanındaki o kocaman şey gardırop olmalıdır. Onun
yanındaki şeyin şifonyer olması akla yakındır. Odanın ortasında etrafına
bir çember geçirilmiş, sehpa gibi bir şey süzülerek yüzeye yükselir, sonra
belirsiz, henüz kabataslak çizgileriyle bir koltuk ve masayı fark eder.
Ama her şey başka bir şey kılığında gözükür ona. Gardırobun tepesinde üç büst
yükselir, şifonyerin üzerinde bir kitaplık yükselir; ayaklı tuvalet sehpasının
üzerinde sıra sıra raflar vardır. Tuvalet sehpasının üzerinde yükselen
rafların üstündeyse iki büst daha vardır. ‘Odadaki hiçbir şey kendisi
değildi; her şey başka bir şeydi’. Ancak belirli ihtiyaçları için, hizmetçi
Wılson tarafından günde iki kez kapının önüne çıkarılmak , Flush’ı bunalıma
düşürür. Flush’ın yeni hanımının babası Mr.Barrett’den ödü kopması da
bunalımını artıran bir öğedir. Mr. Barrett odaya girince, Flush ya
yatağın arasına kaçar ya da kanepelerin arkasına gizlenir.
Flush, Wımpole Street’te yaşamaya
başlayınca, sınıf bilincine de varır. Kimi köpeklerin aşağı sınıftan,
kimi köpeklerin yüksel sınıftan olduklarını; ve kendisinin kesinlikle yüksek
sınıftan geldiğini, hatta aristokrat bir köpek olduğunu anlar.
‘
....kimi köpekler soylu köpekti, kimileri soysuz. Peki, kendisi
hangisiydi? Flush eve varır varmaz kendini aynada dikkatle
inceledi. Tanrıya şükür, doğuştan soylu, iyi aileden bir köpekti!
Başı düzdü; gözleri iri, fakat patlak değildi; ayakları perdeliydi; Wimpole
Sokaği’nın en cins kokeriyle boy ölçüşebilirdi. Su içtiği mor kaseye
hoşnutlukla baktı- mevkiin ayrıcalıklarıdır bu gibi şeyler; sonra zinciri
tasmasına geçirsinler diye uysal uysala başını eğdi – bunlar da mevkiin
ceremeleri...’
Flush’ın kısıtlayıcı ortamda yaşamaya
alışmaktan başka çaresi yoktur artık. Mıss Barrett ile birlikte yaşamak,
onun tarafından sürekli eğitilmekten dolayı, Flush’ın psikolojik yapısında
büyük değişikliklere neden olur. ‘İnsan duygularına karşı aşırı bir
duyarlılık’ elde eder. Havlamak ya da ısırmak gibi hayvansal
içgüdülerinde dikkati çeken bir azalma görülür. Kadın şair ile köpeği
arasındaki sevgi, günden güne artar. Böylece üç mutlu yıl geçer.
Ne var ki, l845 yılının Ocak ayının ilk
günlerinde bir mektup gelir Mıss Barrett’e. Her gün hanımına yığınla
mektup gelir. Ama hanımı bu mektubu açıp okumaya başlayınca, bunun başka
bir mektup olduğunu Mıss Barrett’in mektubu açışından, elinde
çevirişinden, isminin yazılı olduğu güçlü, inişli çıkışlı el yazısına
bakışından, zarfı yırtışındaki acelecilikten, mektubu okurken dalıp gidişinden
Flush hemen bu mektubun özel bir mektup olduğunu anlar. Beş ay boyunca, bu
mektuplar sürekli gelir. Gerçi Mıss Barrett köpeğini dalgın okşar ara sıra; ama
bu mektuplar geldikçe Flush, hanımının yaşamından silindiğini ; artık
unutulduğunu hisseder. Mektupları yazan adam ünlü şair Robert Browning’dir.
Mektupları yazan adam bir müddet sonra yatağa bağımlı hastanın odasına da ayak
basar. İlkin her hafta , sonra haftada iki kez, hep aynı saatlerde
gelir. Kendi gelmediği günler de , mektupları gelir, çiçekleri
gelir. Flush, Mıss Barrett’in odasında, kendisini tiksindiren o esmer
adamın kokusundan başka koku alamaz olur. Korkunç kıskançlık nöbetleri
geçirir. Mahvolmuştur. Bu kıskançlık duygusunu da terbiye etmesi
gerekmektedir. Flush’ın bakış açısından , okuyucu olarak Mıss Barrett’le
Mr. Brownıng’in gizlice evlenme hazırlıklarını öğreniriz. Birlikte
İtalya’ya kaçmayı planlamaktadırlar. Bu heyecanlı hazırlık dönemi aniden
üzücü bir olayla kesintiye uğrar. Flush Mıss Barrett’le birlikte alışverişe
çıktıkları sırada, bir şebeke tarafından kaçırılır. Böylece Flush ‘la
beraber okuyucu da Londra’nın kenar mahallelerini tanıma fırsatı bulur.
Flush’ın kaçırılış öyküsünü Virginia Woolf bir deneme yazısı olarak ele
alır. Yoksul mahallelerin sefil ve bakımsız hallerine, soylu Viktorya
Çağı asilzadelerin ise onların varlığını görmezden geldiklerine tanık oluruz.
Woolf 1850 yıllarının Londra varoşlarını Mr. Beames’in bakış açısıyla anlatır:
Mr. Beames Wımpole Sokağı’ndan bir kuş uçuşu mesafede Westmınıster’da yürüyüşe
çıkınca gördükleri karşısında şaşırır, hatta şoka uğrar:
‘Westminister’da görkemli yapılar göklere yükseliyordu, oysa hemen onların
arkasında insanları inek sürüleri üzerinde kendileri sürüler halinde
yaşadıkları yarı yıkık ağıllar vardı....Ama iki ya da üç ailenin paylaştıkları,
inek ağılları üzerindeki bir odayı, inek ağılının havalandırması olmadığını,
ineklerin o ağılda sağıldıklarını, kesildiklerini ve yenildiklerini kibar bir
dille nasıl anlatabilirdi ki insan? ...Tifüs tehlikesi hayli
büyüktü. Zenginler ne gibi tehlikelerle koyun koyuna yaşadıklarını
bilmiyorlardı. Westminister’da, Paddington’da, Marylebone’da gördüklerini
görünce artık susamazdı....Mıss Barrett’in yatak odasının arkasına düşen yerde
mesela, Londra’nın en batak mahallelerinden biri vardı.Öylesine bir saygıdeğerlikle
koyun koyuna böylesine bir sefalet...’
Taylor adlı birinin yönettiği bu
şebekenin işi, kendi çaldıkları ev köpeklerini, belli bir fidyeye karşılık
sahiplerine geri vermektir. Eğer fidye ödenmez ise, köpeğin başı ve
patileri kesilip sahibine postalanır. Bu olayı anlatış şekliyle Virginia Woolf
toplumsal bir yaraya da şöyle değinir:
....’Wimpole Sokağı ve civarında oturanlar için en güvenli davranış o saygın
bölgeden hiç çıkmamak ve köpeklerini zincire bağlı olarak gezdirmekti.
Eğer Mıss Barrett’in yaptığı gibi, bunu unuturlarsa, Mıss Barrett gibi cezasını
da çekerlerdi. Wimpole Sokağpı’nın St. Giles’la burun buruna
yaşayabilmesinin koşulları herkesçe bilinirdi. St. Giles çalabildiğini
çalardı, Wimpole Sokağı da ne ödemesi gerekiyorsa öderdi.’
Babası, ağabeyleri ve Mr. Browning
Taylor’a fidye ödemesine karşı çıkarlar. Taylor’a boyun eğerse, zorbalığa
boyun eğmiş, şantajcılara boyun eğmiş olacaktır. Kötünün haklı üzerindeki
gücünü artıracağına inanırlar. Fidye için köpek kaçırma Viktorya Çağında sıkça
rastlanan bir olguydu. Wimpole Sokağı gibi prestijli bir sokağın
Whitechapel gibi kenar mahallelere yakın olması bu işi kolaylaştırıyordu.
Gerçek Flush tam üç kez kaçırılmıştı. Woolf ise kitabın sonuna eklediği
notta üç kçırma olayını birleştirdiğini belirtir. Woolf köpeğin kaçırılış
öyküsünü zengin betimlemelerle okuyucuya aktarır. Bu olay Mıss Barrett’in
kişisel yaşamında bir dönüm noktası oluşturur. Ama Mıss Barrett
kararından geri döndürülemez. Flush’a karşı kendini sorumlu hisseder.
Ne derlerse desinler Flush’ı kurtaracaktır. Artık kendi gücünün farkına
varmıştır. Böylece erkek egemen dünyaya da tavır almış olur. Bir atlı
araba çağırtıp yoksul Whitechapel mahallesine doğru yola koyulur. Kendi
varsıl semtinin yekpare cam pencereleri, maun kapıları ve bahçe parmaklıklarını
geride bırakıp, hiç tanımadığı, varlığını aklına bile getirmediği bir
dünyadadır artık. Bu dünya ineklerin yatak odalarının altında toplaştığı,
kırık pencereli odalarda bütün bir ailenin uyuduğu bir dünyadır. Su ancak
haftada bir kere akar. ‘Günah ve yoksulluğun, günah ve yoksulluğu
doğurduğu bir dünyadır.’ Araba durur, arabacı inip Mr. Taylor’ı aradıklarını
söyler. Bir dolu erkek ve oğlan çocuğu arabanın çevresine
doluşurlar. Miss Barrett arabadan inmeden Mr. Taylor’ı bekler. Mrs.
Taylor arabaya gelip kocasının evde olmadığını, isterse arabadan inip evinde
kocasını bekleyebileceğini söyler. Mıss Barrett’in arabadan inmek
istememesi şöyle verilir:
‘....Düşün, o kadının evinde beklemek! Etrafına erkeklerle oğlanların
abandığı şu arabada oturmak yeterınce kötüydü zaten. Bu yüzden, Mıss
Barret ‘dev haydut kadınla’ arabadan inmeden konuştu. Köpeğim Mr.
Taylor’da, dedi; Mr. Taylor köpeğini geri vereceğine söz vermişti; Mr. Taylor köpeğini
hemen bugün kesin olarak Wimpole Sokağı’na geri getirebilir miydi? ‘A, tabii,
mutlaka,’ dedi şişko kadın gülümsemelerin en kibarıyla. Zannınca Taylor da tam
tamına bu işle meşgul olmak için dışarı çıkmıştı. Bu arada ‘başını çok
zarif hareketlerle sağa sola yatırıyordu.’
Flush kurtulduktan hemen sonra, çok
gizli hazırlıkların ardından Elızabeth Barrett Wımpole Street’teki evden kaçıp
Robert Browning’le beraber Itaya’ya gider. Brownıng’ler kısa bir süre
Pısa’da kalırlar. Flush çok geçmeden Pısa’yı Londra’dan ayıran derin
farkları bulup çıkarır. Örneğin köpekler farklıdırlar orada.
‘Londra’da ufak buldoklardan, av tazısıyla, İskoç çoban köpeğiyle, Newfoundland
tazısıyla, senbernarla, teryeyle ya da Spaniyel Kabilesi’nin ünlü yedi
ailesinden biriyle karşılaşırdı. Her birinin ayrı bir ismi, ayrı bir
itibarı vardı. Oysa Pisa’da, onca köpek bolluğuna rağmen, mevki rütbe
yoktu, hepsi – olabilir miydi böyle şey? -kırmaydı. Görebildiği
kadarıyla sadece köpekti bunlar. Flush orada kendini sürgünde bir prens gibi
hissetti. Çünkü bütün Pisa’da safkan koker spaniyel oydu.’
Virginia Woolf Flush’taki değişikliği
şöyle dile getirir:
‘ Yıllar yılı Flush’a kendini bir aristokrat sayması
öğretilmişti. Mor çanak ve zincir yasası ruhunun derinlerine işlemişti.
Dengesinin bozulması hiç şaşırtıcı değildi....Tamam, Flush’da biraz züppelik
vardı; Mıss Mitford bunu yıllar önce keşfetmişti; Londra’da kendiyle eşit ve
kendinden üstün köpekler arasında yatışan bu duygu, şimdi burada benzersiz
olduğunu görünce dönmüş gelmişti. Zorbalaştı, edepsizleşti; ‘Flush tam
bir zorba oldu, kapıyı açtırmak istediğinde insanın dikkatini dağıtacak kadar
havlıyor.’ diye yazdı Mrs Brownıng.’
Browningler daha az aristokrat ve daha
doğal olan İtalya’da mutludurlar çünkü orada ‘herşey kendisi gibiydi ve başka
hiçbirşey değildi.’ Artık orada Flush tekrar eski hürriyetine
kavuşmuştu. Tasmasından kurtulmuştu. Tekrar hemcinslerine
karışabilir, Floransa sokaklarında keyfince sürtebilir, özgürlüğünün tadını
çıkarabilirdi.
‘Artık Floransa’da eski zincirlerinin son halkalarından da eser
kalmamıştı.(...) Zümrüt gibi çayırların üzerinden hepsi cıvıl cıvıl,
uşuşup duran sülünlerle birlikte bir koşu tutturmuş giderken, Flush’ın aklına
birden Regent’s Park ve onun yasaları düştü; köpekler zincire bağlanarak
gezdirilmelidir. Neredeydi bu ‘-melidir’ şimdi? Park bekçileriyle
copları neredeydi? Yok olmuşlardı, köpek hırsızlarıyla yoz bir
aristokrasinin Köpek Kulüpleriyle, Spanilyel Kulüpleriyle birlikte! (...)Koştu,
nefes nefese koştu; postu parıldadı! Gözleri ışıldadı. Bütün
dünyayla dosttu şimdi. Bütün köpekler kardeşiydi. Bu yeni dünyada
zincirlere gerek yoktu; korunması gerekmiyordu.’
İtalya’ya gelir gelmez değişen yalnız
Flush değildir. Eskiden hasta yatağına mahkum Mıss Barrett, Mrs Brownıng
olduktan sonra bambaşka bir insana dönüşmüş, gençleşmiş, tam sağlığına
kavuşmuştur. İngilere’nin tutucu geleneklerine sıkı sıkı bağlı hizmetçi Wilson
bile bir değişime uğrar; Dükün özel muhafız alayından yakışıklı bir ere aşık
olur.
Ömrünün bu mutlu yıllarında, Flush iki
kez biraz tedirgin olur. Birincisi Brownıng’lerin bir oğlunun dünyaya
gelmesidir. Flush yemeden içmeden kesilir, ‘on beş gün derin bir melankoliye
düşer’. Zamanla köpekle bebek arasında sevgi bağları kurulur.
Flush’ı tedirgin eden ikinci neden, yaz aylarında yaşadıkları şehir Floransa’yı
basan pirelerdir. İngiltere’den getirilen çeşitli merhem ve tozlar fayda
etmez. Sonunda Mr. Browning çareyi Flush’ kırpmakta bulur. O
görkemli altınımsı tüyleri yok edilince kendi aynada gören Flush, rezil
olduğunu, ne soy sopu, ne aristokratlığı kaldığını, bir hiçe dönüştüğünü anlar.
‘Aynaya bakarak ‘şimdi neyim ben?’ diye düşündü. Ve ayna bütün aynaların
vahşice içtenliğiyle, ‘bir hiçsin.’ Dedi. Hiçti. .....Bir hiç olmak
– eninde sonunda dünya yüzündeki en hoşnutluk verici varoluş durum bu değil
midir? Bir daha baktı. Tüylerin birazı yakalık gibi boynunu
sarmıştı. Kendini bir şey sananların rüküşlüğünün karikatürü olmak – eh
bu da başlı başına bir kariyer değil miydi?
Bu küçük tedirginlikler dışında, Flush,
Floransa’da mutluluk içinde uzun yıllar yaşadıktan ve iyice yaşlandıktan sonra
öleceğini hisseder günün birinde. Sokaktan hemen kaçıp,soluk soluğa Mrs.
Browning’in yanına gider. Bir iki dakika sonra, Mrs. Browning başını
kitabından kaldırınca, Flush’ın öldüğünü görür.
Flush’ın bıyografisi genel
biyografi türüne bir hiciv örneği olarak değerlendirilebilir.
Biyografinin konusunu oluşturan ‘değerli bir kişi’den bahsetmemesi, ele aldığı
kişinin yaşam öyküsünü soy ağacından başlayarak şakadan bilimsel tavırlar
takınarak sunması, bir yaşam öyküsünün o kişinin gerçeğini ne denli
yansıttığını sorgulaması Virginia Woolf’a özgü yazış stilini ortaya
koyar. Aynı zamanda feminist bakış açısından Viktorya çağı yüksek sosyetesinin
iki yüzlülüğünü açıkça eleştirir. Lucia Bodrini’nin ‘Flush’ adlı
makalesinde belirttiği üzere Virginia Woolf Flush’ı yazıya hazırlarken sadık
hizmetçisi Lily Wilson hakkında tuttuğu altı sayfalık yaşam öyküsünü bu
eserinde kullanmadığı halde onun üzerinde çalışmış olması bile, o dönem için
kalıpları kırdığının bir göstergesidir. Çünkü Virginia Woolf’a göre her
kişilik silik de olsa incelenmeye değer tarihi bir kahramandır.
Gerçekte bu esprili ve mizahi anlatımın
altında yatan Virginia Woolf’un toplumsal eleştirisi ne yazık ki gizli
kalır. Okuyucu onu hafif ve zevkle okunan bir köpek öyküsü olarak
değerlendirir.
İzmir, 13 Kasım 2006